23 Ocak 2014 Perşembe

Sütçü Cinayetleri - Casey & Parkhouse

"The Milkman Murders"
96 sayfa / 1984
Yazan: Joe Casey
Çizen: Steve Parkhouse
Çeviri, kapak tasarımı ve yazılar: SToktan

"İntikam ile adalet arasındaki fark nedir biliyor musun?... Ruh halin!"

Joe Casey'in mükemmel senaryosundan hareketle 2000AD sanatçısı Steve Parkhouse'un eşsiz anlatımıyla, Amerikan rüyasının 1950'lerdeki mükemmel Amerikan evkadını tasavvurunun Amerikan banliyösünde duvara çarpışının hikâyesi bu okuyacağınız eser. Hepsi o kadar mı? Öyle olsa aynı temayı ele alan birçokları arasında sıradan bir senaryo olmaktan kurtulamazdı. Ama iki usta sanatçının neredeyse telepatik işbirliğinden doğan bu ürün, tek kelimeyle 'benzersiz'.

Uzun zamandır ele almayı düşündüğüm bu eser üzerine söylenecek çok şey var ama en iyisi siz kitabın sayfalarını çevirdikçe bunları kendiniz keşfedin. Ben sadece bazı notlar düşmekle yetineceğim.


Anlatı boyunca televizyonda izlenen "Bu İşi Anneye Bırak" programı, zamanın ünlü dizisi "Leave It to Beaver"a gönderme. Söz konusu dizi, Amerikan rüyasında yerini bulan aile hayalinin neredeyse simgesi haline gelmişti zamanında. Buradan hareketle hikâye boyunca TV teması ve paranoya arasında dengede bir yergi tutturulmuş. Karakterlerin karton abartılı yüzleri Casey'in senaryosu ile başarılı bir uyum sergiliyor. Çizimler tipik bir korku hikâyesi resimleri olmaktan çok, huzursuz ve karanlık bir dünyayı yansıtmaya yönelik. Şiddet unsuru rahatsız edici gelebilecek bir gerçeklikte kullanılmış.

Uzun lâfın kısası, 'Sütçü Cinayetleri' modern banliyö yaşamının arka yüzünün ne denli karanlık olabileceğini gösteren sert ve samimi bir hikâye.

4 yorum:

  1. Nice sütçünün hayalini başka tür fanteziler süsler halbuki, cinayet ise ekmeğe ihanet değil midir bu işle geçimini sağlayanlar için.. :) Aman bir ara tellaklar baş kaldırmıştı kendileri hakkında yapılan yayınlara, şimdi sütçüler basmasın Mekan'ı...

    Okuyunca bu tür geyik yerine daha dişe dokunur bir şeyler söyleyebilirim ama bu yorum, sadece teşekkür'e girizgah olsun diye.

    Eline sağlık Süheyl, yine bir cevheri gün ışığıyla buluşturmuşsun...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yerel sütçü dernekleri, Sütçüler ve Yoğurtçular Odası‎ ve hatta Mandıracılar birliği tarafından protesto edilmem olasılığı mevcut. Ama hel halükârda baskılara karşı göğsümüzü gereceğiz artık. :)

      Sil
  2. Çok sert bir öykü. Yazar bunun için özel bir çaba sarfetmiş olmalı… Arkadaşlarıyla ha bire garajda kafayı tütsüleyen maganda bir baba, kız evli/yaşlı erkek budalası tam bir fahişe, oğlan dersen geceleri sürek avına çıkan hayvan postu kolleksiyoncusu…

    Kırılma noktası sütçünün tecavüzü gibi duruyor ama asıl tecavüz ailenin diğer bireylerinden görüyor evin annesi. Süt ve sütçü derken en sonunda annenin kayıp ilanının yerel süt kutusuna girmesi ironik gerçekten..

    Atilla Dorsay kitabındaki gibi, ne şurup- şeker filmlerdi onlar diye adlandırmak mı lazım bir dönem mesut-mutlu insanların anlatıldığı Hollywood filmlerini bilemiyorum. Ferah bir sokakta hepsi tek katlı bahçeli ve neredeyse evin yarısı kadar garajı bulunan evler... Mevsim bahar, ılık bir Pazar sabahı ve henüz herkes uykuda. Mahallenin sütçüsü çoktan süt şişelerini siparişe göre kapı önlerine bırakmış… çok geçmeden gazeteci çocuk sokağın başında belirip, elindeki gazete ve dergileri gayet ustaca uzaktan fırlatarak süt şişelerinin yanına isabet ettiriyor, her isabet daha bir keyiflendiriyor onu… Fonda ‘what a wonderful world’ şarkısı çalıyor, Louis Armstrong söylüyor… Amerikan rüyası bizim şurup-şeker filmlerle, sitkomlarla sınırlı kaldı.

    Masal gibiydi, ne seyrederdik, onların mutluluğu bizi de mutlu ederdi garip bir şekilde. :)

    Ha bu arada, Casey’in sütçüsünün Saturday Evening Post’un 1935 yılı kapağındaki Norman Rockwell’in sütçüsüyle bir akrabalığı var mı, pek benzeşiyorlar. Süt şişesi taşıma kabı bile aynı. :)

    Teşekkürler Stoktan.

    http://i44.tinypic.com/330tqh2.jpg

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Casey senaryoyu bu sertlikle ele almakta fazla zorlanmış olmasa gerek diyorum. Çünkü alt ve orta tabaka amerikalı gittikçe artan vahşilikte bir kapitalizmi yaşar hale geldi. İş hayatı boyunca her an işsiz kalma endişesi yaşayan, ama buna karşı tüm varlığını borçlanarak oluşturmaya yöneltilmiş, bu tansiyona rağmen serbestçe silahlanabilen, her sene birkaç katliama sahne olan bir ülke. Uyuşturucuyla dünya çapında mücadele eder görünürken, kullanımının neredeyse sıradanlaştığı bir ülke. Bununla başedemeyen ya her şeyi terkedip evsizler arasına katılıyor veya (hikâyede de dediği gibi) eline bir silah alıp kilisenin çan kulesine çıkıyor. (müjdeler olsun, biz de bu yolda ilerliyoruz.)

      Bu ortalama psikoloji içinde kenar mahallede bir ev hanımı, tıpkı yavaş yavaş ısıtılan kazana atılmış kurbağa misali, piştiğini farketmeden televizyonda 'mutlu' aile dizisiyle avunmayı sürdürürken, bir gün kazana ezberleri bozan bir şey düşüyor. (evet, sütçünüz!) Evet, onun deyimiyle "bir garip mesaj iletmekle yükümlü olmak"... Mesaj yerine ulaşıyor (kurbağanın çırpınmaya başladığı andır o an).

      O andan sonra, TV'deki 'anne'nin, Barbara'nın sanrılarında geçirdiği başkalaşım da ayrıca pek çarpıcı. Artık Barbara için 'anne'nin de desteğiyle mesajın gereğini yerine getirmekten başka seçeneği yoktur. O da artık tüm sistemin dışına kayanlar gibi sırada yerini alacaktır.

      O şurup gibi filimleri unutmak ne mümkün Gabby. Onca gerçek dışılığına rağmen öyle cazip hikâyeler anlatılır ki o filimlerde, sevmeye mecbursundur. O hayal bizde de az pompalanmadı hani ama sosyal, ekonomik ve kültürel olarak Amerika'nın çok uzağında olmak nedeniyle, sadece sistemden faydalanabilen kitle üzerinde etkili olabilmişti. Bu türden film ve yaşanmışlıklarla doludur benim de çocukluk anılarım.

      Bu arada Norman Rockwell'in sütçüsü de harika gerçekten. Akrabalık kesin görünüyor. :)

      Sil