20 Aralık 2013 Cuma

...ve Holmes bu defa çuvalladı

Golkonda'da fairy tale ve Holmes bu defa çuvalladı.

Dylan Dog, fantezinin korku bucağında dedektiflik yaparken bazı bazı sürreel oluşumlara da dalmak zorunda kalır. Bunlardan biri de serinin 41 numaralısı, 'Golkonda!' (Golconda) adlı hikâye. Bir Sclavi & Piccatto üretimi. Golkonda Hindistan'da bir tarihî şehir. Londra'yla ilintisini hikâyede ve sonundaki açıklayıcı makalede bulabiliyoruz. Ayrıca Belçikalı sürrealist ressam René Magritte'in 1953'de yaptığı Golkonda adlı ünlü tablosu da (hemen aşağıda, sağdaki.) kaçınılmaz olarak senaryoya dahil olmuş ve makale içeriğinde bu da ayrıntılı şekilde açıklanmış. (Tabloyla ilgili olarak, Rufus Wainwright'ın [Across The Universe]'ini izlemeden geçmeyin.)



Gelelim geri kalanlara...
Aynı makalede Londra yakınındaki esrarengiz ormanın Golkonda'yla bağını kurarken (Blake & Mortimer'in) Profesör Philip Mortimer'den bir cümleyle söz edilmiş, gerisi yandaki sayfadaki fotograf karesine ve altındaki yine tek cümlelik açıklamaya bırakılmış. Halbuki 'Cottingley perileri' olarak tarihe geçmiş olan bu vak'a çok ilginçtir doğrusu.

Cottingley perileri, Elsie Wright ve Frances Griffits adlı İngiltere'de Bradford yakınlarında, Cottingley'de yaşayan kuzenler tarafından 1917'den başlayarak çekilen beş fotograflık bir dizidir. İlk fotografı çektiklerinde, Elsie 16, Frances ise 9 yaşlarındadır. Resimler yazar Sir Arthur Conan Doyle'un dikkatini çeker ve Doyle 1920'de bu konuda bir makale yazar. İşin hoş tarafı Sherlock Holmes'in yaratıcısı, aynı zamanda bir spiritüalist olarak bu fotograflara inanır ve şiddetle savunucusu olur.

Olay daha sonra küllenir ve ta ki 1978'de peri figürlerinin 'Princess Mary's Gift Book' adlı çocuk kitabındaki bir illüstrasyona olan benzerlikleri farkedilene kadar. Söz konusu kitap, çekilen ilk fotograftan iki sene önce, yani 1915'de basılmıştır.
1981'de ise, Elsie Wright bu skeçleri 'Princess Mary's Gift Book'den ilham alarak karton üzerine çizip keserek yaptığını itiraf eder. Frances Griffits ise, 1920'de çekilen ve daha belirsiz görüntüler içeren beşinci fotografın orijinal olduğunu iddia eder. 

Bu olay üzerine bir de film var, yıllar önce seyrettiğim: [FairyTale: A True Story] (1997)... Harvey Keitel, Harry Houdini'yi, Peter O'Toole ise Sir Arthur Conan Doyle'u canlandırıyordu. (Houdini mevzuya nasıl dahil oluyordu inanın hatırlamıyorum, -gerçi onun da Conan Doyle gibi bir spiritualist olduğu bilinir- ama hoş bir film olduğu hatrımda.)
*Diğer fotograflar için [Sahtekârlıklar Müzesi]'ne bakabilirsiniz.

Kitapta gözden kaçırılmaması gereken bir gönderme (veya esinlenme) de Terry Gilliam'ın önemli başyapıtı, bir Kafkaesk komedi diyebileceğimiz ['Brazil']e... Bürokrasinin mabedi Bilgi Bakanlığını Harry Tuttle (Robert De Niro) ile birlikte berhava ettikten sonra, tüm çevreye yağmur gibi yağan evrak, kağıtlar Tuttle'ı yavaş yavaş sarar ve yok eder. Bürokrasi-birey ilişkisini bu nefis sembolizmle eleştirir Gilliam. Bu unutulmaz sahneye bir selam duruş da Sclavi'den gelmiş ve aynı ilişkiyi para-insan arasında kuran bir pasajı hoş bir şekilde sayfalar arasına yerleştirmiş.

Hâl böyleyken, yâni italyanlar bu şekilde 'alıntılamalara-göndermelere' ve bu surette entellektüel birikimimizi sınamaya devam ettikçe bana ve arkadaşım Mr.Yer6'ya daha yazacak çok şey çıkar.

4 yorum:

  1. İtalyanlar belli ki fena sardırmışlar bu alıntı-gönderme-selam durma işlerine. ilk bakışta hikaye kurmak için kolaycılık yapıyorlarmış gibi görünebilir, ama aksini düşünüyorum. Acayip bir geri-plana sahip olması gerekli bu yazar çizer kadrosunun, ki bunca esin kaynağını anlamlı bir bütün halinde tek bir öyküde toplayabilsinler...

    Öte yandan fotografçılığın halk kitlelerine yeni yeni yayılmaya başladığı dönemlerde bu tür ilkel fotoşop numaraları çokça yapılmış. Mesela, sözde görüntülenmiş hayalet fotografları, ektoplazmik bir varlığın medyumun ağzından çıkarken göründüğü kareler filan... Negatifler cam levhalar halinde oluşturulduğu zamanlarda eline kurşun kalem geçiren üçkağıtcıların bu cam "araplar" üzerine şekiller çizerek yapamayacakları şey yoktu. Tabi henüz "fotograf okuma" ile ilgili hemen hemen hiç kimsenin bir birikimi de yoktu. Dünya yavaş yavaş teknolojik adımlar atarken bu gelişmenin nelere kadir olduğu, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği kimse için malum değilken, kandırılmaya, yolunmaya hazır insan kaynıyordu o günlerde... Sherlock Holmes gibi bir "dikkat" abidesinin yaratıcısı için bile bilmediği bu sularda yön duygusunu kaybetmek kolaydı herhalde..

    Geçmişi böyle eleştirir, kandırılmaya-yolunmaya hazır insanlardan söz etmişken, günümüzde durum farklı mı sanki!.. Üçkağıtcılar tarihin hiç bir döneminde görmedikleri ikbali gümüzde görmüyorlar mı?! O kadar da haksızlık etmeyelim geçen yüzyılın başında yolunanlara... :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de bunu kolaycılık olarak nitelemiyorum. Çünkü yaptıkları iş 'kolay' değil. Bence okuyucuyla, anlattıkları hikâyenin paralelinde entellektüel düzeyde bir oyun oynuyorlar. Aynı zamanda da kültürel bir zenginlik kazandırıyorlar işlerine.

      Dediğin gibi o gün de, bugün de sahtekarlık vardı, varolacak. Sahtekârlıkları keşfetmek bugünün teknikleriyle daha kolay olsa da sahtekârlar da aynı teknikleri kullanarak -hattâ bazen fazlasını- faaliyetlerini sürdürüyorlar. Conan Doyle'un zâfiyeti ise, spiritüalist olarak bu tür şeylere inanmaya zaten dünden 'hazır' olması... Günümüzün UFO'cuları gibi, malûm: "I want to believe" diye de bunu ifade ediyorlar. :)

      Sil
  2. İtalyanlar fena sardırmışlar bu alıntı-gönderme-selam durma işlerine demiş mr.yer6. Eh, doğruya doğru ama bir yandan da eğlenceli mi eğlenceli. :)

    Çocukluğum İtalyan işi çizgi roman okumakla geçti. Bulduğunu okumaya meraklı bir çocuk nereden bilecekti ki aslında tümünün altyapısını oluşturan Hollywood sineması, dönemin Amerikan TV dizileri ve yine dönemin comicsleri olduğunu…

    İtalyanların bu işi iyi becerdiğini ve tefeciye tefe satmak gibi özel bir yetenekleri olduğunu kabul etmemiz gerek. İlk başlarda ‘spagetti’ diye küçümsenen İtalyan filmlerinin western sinemasına getirdiği estetik boyut ortada.

    Artık biliyorum ki imgeler dünyasında bu iş sadece Fumettilerle sınırlı değil. Sınır ihlalleri hep varmış meğer. Adını koymak da kolay değil, çok sıkışan ‘gönderme, saygı duruşu’ deyip işi geçiştiriyor.

    Ben ‘kelebek etkisi’ diyorum. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Mr.Yer6'ya da dediğim gibi, bence bu bir oyun. Müelliflerinin bizi hem sınadığı, hem de yarattıkları çağrışımlarla farklı bir paylaşımı yaşattıkları nitelikli bir oyun. Zaten şu anda bu sayede muhabbeti sürdürmekteyiz. Söz konusu materyal olmasa ne Martin Mystere ne de Dylan Dog'dan söz etmeyecektik herhalde sanırım.

      Tabi bunu söyleyince, acaba bu 'almaca-göndermece' olayları, asıl hikâyenin önüne mi geçmekte diye de düşünmeden edemiyorum.

      Mystere ve Dog, kanka oluyorlar bir de. Bunu da göz önüne almak lâzım. Bir Julia, bir Ken Parker genellikle ana karakterler üzerinden sürprizler yaratırlar çoğunlukla. Ken Parker'ın kendi bir yana 'Un principe per Norma'daki Marlyn Monroe gibi...
      Veya Julia'nın kendi ve hizmetçisi -malûm- bir yana, teğmen Alan Webb'in bende John Malkovich izlenimi yaratması gibi... Ama bizim kankalarda iş şahıslarla kalmaz, daha çok nesneler ve kurguya dahil olan olaylarla ortaya çıkar bu alış veriş.

      Aslında şimdi aklıma geldi: Daha önce Teskin'de Mr.Yer6 ile de yürüttüğümüz sohbeti hatırladım 'Ivan Piire' üzerine... Orada da bir pasaj bu türden göndermelerle doluydu. Bu da işin ispanyolcası.

      Amerikalıların da bu türden işlerini geçmişte konuşmuştuk. Velhasılı, İtalyanlar bu oyunda pek de yalnız sayılmazlar. Ama amerikalılar bunu istisnaî olarak yaparken, italyanlar sanki bir 'yöntem' olarak benimsemişler. Bu da dikkatleri çekiyor elbette doğal olarak.

      Sil